TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nin Yıldız Sarayı Dış Karakol Binası’nda düzenlediği etkinlikler kapsamında katıldığım “Ekolojide Farklı Arayış ve Yaklaşımlar: Ekofeminizm” konulu söyleşi oldukça verimli ve hoştu. 33 derece sıcaklık ve yoğun bir nem oranını aşarak ulaşabildiğim toplantı salonunda, mimar Sayın Mücella Yapıcı ‘nın samimi tavrı, akıcı konuşması, klimanın serinliği ve katılımcıların sıcaklığı sayesinde 1.5 saaatin nasıl geçtiğini anlamadık bile. İklim değişikliğinin yol açtığı bazı ekolojik gerçeklerle ilgili bilgilerden yola çıkıp, feminizm türleri, Ekofeminizm açılımı ve gruplarıyla devam eden konuşmadan kısa bazı notlar aktarmak istiyorum.
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ VE EKOLOJİ HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ
BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un açıklamalarına göre iklim değişikliği, yoksul insanların geçim mücadelesini daha da zorlaştırmaktadır. Yükselen deniz seviyesi, ilerde Bangladeş gibi alçakta yer alan ülkelerin içme suyu kaynaklarına tuzlu suların karışması riskini arttıracaktır. Günümüzde nüfusla ilgili olarak varılan son nokta, dünyadaki kent nüfusuyla kırsal nüfus birleşmiş olduğu şeklindedir. Kentleşme hızı katlanarak büyümekte, köyler kentlerle kuşatılmakta, kasabalar büyük kentler haline gelmektedir. Nüfus artışı bakımından İstanbul maalesef gittikçe ön sıralara yükselmekte, Mexico City, Bombay (Mumbai), Buenos Aires gibi şehirlerle yarış halindedir. İstanbul’un 1950’de 1.1. milyon olan nüfusu, 2004’te 11.1 milyona ulaşmıştır. 2025 yılı için beklenen nüfus ise yaklaşık 25 milyon kişidir.
İlginç ve bir o kadar da düşündürücü saptamalardan biri; tüketim davranışları ve alışkanlıkları açısından eğer tüm ülkeler Amerika Birleşik Devletleri gibi davransaydı, 4.5 kat daha büyük bir dünyaya ihtiyacımız olacağı gerçeği hakkındaydı. Diğeri ise, Uluslararası Kızılhaç Örgütü’nün yıllık afet raporuna göre, bu yılın afet sayısındaki artış, küresel ısınmanın sonuçlarıyla paralellik göstermesi, 2004 yılına oranla % 70 artışla 427 doğal afet saptanması ve tsunami felaketlerinde ölen kadınların sayısının erkeklere göre 3 kat daha fazla olmasıydı. Bunun nedeniyse, tahmin edilebileceği gibi kadınların çoğunun çalışmadıkları için evde olmalarından kaynaklanmakta.
Bu arada bitkiler ve hayvanların duyarlılığı ve uyum yeteneğiyle ilgili bir istatistik gerçekten hayranlık uyandırıcı görünüyor: Bilim adamlarının yaptığı araştırmalara göre, insanlara nazaran bitki ve hayvanlar, ekolojik değişimden çok daha fazla haberdarlar ve bu değişime uyum sağlamaya başlamış durumdalar. Örneğin dünyanın bazı bölgelerinde yaşanan kuraklık ve susuzluktan etkilenen yılanlar şehirlere doğru göç etmekte. Yüksek rakımda yetişmeyen bazı ağaç türleri artık oralarda da görülmeye başlamış durumda.
Çevrecilik ve ekolojizmi birbirinden ayırmak gerekir ve ekolojistler de bunun üzerinde dikkatle durmaktalar. Çevrecilik, insan yaşamını doğrudan ilgilendiren sorunların çözümünü kısa vadede yaratılan olanaklarda arayan, sorunların kaynağına ilişkin çıkarımlarda bulunmayan hareketleri tanımlamak için kullanılır. Ekolojizm ise, en temelde insanın doğa ile kurduğu ilişkiyi sorunsallaştırır. Ekoloji, canlı ve cansız varlıkların ortamlarını ve birbirleriyle olan ilişkilerini inceleyen bir temel bilimdir. Ancak, sanayi devriminin olumsuz yan etkileriyle karşılaşmaya başladığımız yıllardan beri, çok daha kapsamlı ve çok disiplinli bir bilim dalı haline gelmiş durumda. Çevrecilik bir kuram değildir, ekolojizm ise kuramdır. Çevreciler daha muhafazakârdır, ekolojistler ise, daha bilinçli ve ekosistemin ahengine kalıcı esnek çözümler üreten gruplardır. Liberal çevreciliğin en zayıf noktalarından birisi “Ya Büyüme Ya Ölüm” sloganı uyarınca yapılanmış bir ekonominin başarısızlığını ve bu sistemin doğal dünyayı yutacağını ısrarla görmezden gelmesidir.
Toplumsal ekolojinin kurucusu Murray Bookchin’dir. Mücella Yapıcı’ya göre ekofeminizm ve toplumsal ekoloji birbirine son derece yakın görüşler. Toplumsal ekoloji, ekolojik sorunların, krizlerinin kökenlerinin belli toplumsal nedenlere bağlı olduğunu savunur. Bu nedenle düşünce sistemlerinin esasını etik ve metafizik yaklaşımlardan daha çok, toplum ve siyaset felsefesi ile ilgili sorunlar oluşturmaktadır. Derin ekoloji ise daha metafizik bir alandır. Temelde idealist olup, doğa ile mistik bir “birlik” olarak bütünleşme yolunu budizm’de, taoizm’de ve özellikle diger doğu dinlerinde bulur. İnsani merkez alan değil, tam tersi olarak doğayı merkez olarak kabul eden bir düşünüştür. Bookchin’e göre bugünkü insanlık durumunu derinden değiştirebilecek toplumsal olanakların önünü açan ya da engelleyen, teknikten çok kültür; emekten çok bilinç; sınıflardan çok hiyerarşi olmuştur. Hiyerarşinin, boyun eğme ve kumanda ile ilgili kültürel, geleneksel ve psikolojik kuralların tümü olduğundan ve baskı sınıfsız ve devletsiz bir toplumda da varlığını sürdürebileceğinden hareketle; hiyerarşinin doğa-toplum ikiliğini bozmak gerekmektedir. Örneğin erkeklerin kadınlar, yaşlıların gençler, kentlerin köyler üzerindeki hiyerarşisi gibi…
KISACA FEMİNİZM TÜRLERİ, EKOFEMİNİZM
Feminist teori, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin doğasını anlamayı amaçlayarak toplumsal cinsiyet politikaları, iktidar ilişkileri ve cinsellik üzerine odaklanır. Feminizmin, temelde toplumda kadınların erkeklerle eşit hak ve özgürlükleri olduğunu savunan bir düşünce akımı olduğunu; ancak, feminist hareket içinde kadın ve erkeğin eşitliğini savunan gruplar olduğu gibi kadının biyolojik ve duygusal olarak erkeğe üstün ve erkeğin “tamamlanmamış kadın” olduğunu savunan daha radikal grupların da yer aldığını ve pek çok üst ve alt feminizm ( Liberal, Bireyci, Radikal, Ayrımcı, Siyah, Varoluşçu, Anarko, Spiritüel v.s.) türü olduğunu hatırlatarak söyleşi notlarına dönecek olursak; felsefeci Alison Jaggar, 4 ayrı feminizm türünden bahseder. Bunlar, Liberal Feminizm, Radikal Feminizm, Marksist Feminizm ve Eko Feminizmdir. Radikal Feminizm’e karşı ortaya çıkan Sosyalist Feminizm (ki Mücella Yapıcı da kendini bir sosyalist feminist olarak tanımlıyor) hem patriarkaya, hem de kapitalizme karşı mücadeleyi hedefleyen pratik bir örgütlenmedir. Feminizm türleri açısından en son ortaya çıkan kavramsa Kültürel Feminizmdir. Kültürel feministler, erkek ve kadının biyolojik farklılıklarını olduğu gibi kabul ederek bunlardan doğan ayrılıkların olumlu biçimlerde değerlendirilmesi gerektiğini savunurlar. Kadınların daha barışçıl olduğuna inanırlar ki bu diğer feminizm fraksiyonlarının kabul etmeyeceği bir iddiadır.
Ekofeminizm kavramı ilk kez Fransız feminist Françoise D’Eubonne tarafından 1974 yılında kullanılmıştır. Ekofeminizm, doğanın ve kadının ezilmişliğini aynı anda sorgulamaya çalışan bir düşünce akımıdır. Kendi içinde farklı eğilimler barındırsa da, bu iki egemenlik ilişkisindeki paralellikleri başlangıç noktası olarak kabul eder ve ekofeminist düşünürler, çevresel yıkımın nedeni olarak ataerkil sistemi görürler. Patriarka, varlığını kapitalizmle eklenmiş bir biçim altında sürdürmektedir. Ataerkil sistemde kadın doğaya ve özel alana, erkek ise kültüre ve kamusal alana yakın görülür. Doğa kültürden aşağı bir konumda tasavvur edildiği için, kadın da erkekten aşağı görülmüştür. Arkeolojik verilere gore ataerkil toplum düzeni, neolitik toplumda kültürel döneme ve uygarlığa geçişin gerçekleştiği Eski Mezopotamya’da kent devletlerinin ortaya çıkışıyla birlikte görülen bir olgudur. Mülkiyetin miras yoluyla babadan oğula geçmesini güvence altına alan ve dolayısıyla kadınların cinselliğinin denetimini erkeklere veren ataerkil aile ve yapılar kurumlaşmış, yasalarla devlet güvencesine geçirilmiştir. Ataerkil yapının hüküm sürdüğü klasik dönem Atina toplumunda kadınlarda yüceltilen erdemler yumuşak başlılık ve sessizliktir. Örneğin Yunanlı düşünür Aristoteles’in dünyası, bir tarafın diğeri üzerine egemen olduğu kutupsal karşılıklardan oluşur. Spinoza da kadınların kocalarının hakimiyetinde olmalarını savunur.
Yapıcı’nın üzerinde durduğu bir diğer kavramsa Chipko (Hindu dilinde “sarılmak” kelimesinden geliyor) Akımı’ydı. 1970’lerin başında oluşan, çevre ve kadın eylemciliğinin en iyi bilinen örneklerinden olan bu hareketin öncüsü Gaura Devi (1925-1991) adlı bir yerli kadındır. 1973 yılında Hindistan hükümetinin spor malzemeleri üreten bir ticari firmaya ağaç kesme izni vermesi üzerine Gaura Devi, köylü kadınları örgütleyerek ağaç kesilmesini protesto etmelerini sağladı. Kadınlar ağaçlara sarıldılar ve ağaçların kesilmesi önlendi. “Ağaç kucaklama” eylemi, zamanla dünyanın başka bölgelerine de yayılmış, kitlesel ağaç kesimine engel olmanın yanısıra, çeşitli eko-gruplara da ilham kaynağı olarak başarısını sürdürmüştür.
Ekolojinin “ana”sı olarak adlandırılan A.B.D.’li Rachel Carson (1907- 1964), “Sessiz Bahar / Silent Spring” (1962) adlı kitabıyla DDT adlı kimyasal böcek öldürücü ilacın öldürücü etkilerine dikkat çekmiş bir bilim insanıdır.
Dünyaca ünlü diğer ekofeministler arasında biyoçeşitlilik savunucusu ve genetik müdahalelere karşı mücadelesiyle tanınan Hintli Vandana Shiva, “Küçük Şeylerin Tanrısı” (The God of Small Things) adlı romanıyla dünya çapında ün kazanan Hintli yazar ve savaş karşıtı eylemci Arundhati Roy, Nobel Barış Ödülü sahibi Afrikalı Wangari Muta Maathai ve “İmdat Su” sivil girişiminin kurucusu olan Kanadalı Louise Vandelac yer almaktadır.
Ekofeminizm, belki ülkemiz için biraz ütopik gibi görünen ya da çoğu insanın “kapsama alanı”na girmeyen bir düşünce akımı gibi görünse de, esasen dünyanın pek çok ülkesinde değişik form ve açılımlarıyla birlikte varlığını sürdürmektedir.
Tagged: ekofeminizm, ekoloji, Mücella Yapıcı
Leave a Reply