Category Archives: Somethings Turkish

Rabarba Dergisindeki Yazım / My Article On Rabarba Movie Magazine

Sinema Dergisi Rabarba Şenlik‘in 2. sayısında yer alan “Sinemanın Kadınları” dosyası için ben de Türkân Şoray hakkında bir yazı yazdım. Yazının orijinal versiyonunu (writer’s cut 😉 ) buradan okuyabilirsiniz:

SULTANLIĞI DA SİNEMA EMEKÇİLİĞİNİ DE AYNI POTADA ERİTMEYİ BECEREBİLEN BİR KADIN : TÜRKÂN ŞORAY

Türkân Şoray, dillere destan güzelliğinin, kimselere benzemeyen karizmasının, yıllardır eksilmeyen şöhretinin,  her yaptığını kendine yakıştırmayı bilen, her hâliyle gönülleri fetheden bir kadın olmasının ötesinde; sinemaya sevdalanıp ömrünü adamış, gerçek bir Yeşilçam emekçisi.

Oynadığı ilk film “Köyde Bir Kız Sevdim”in yönetmeni ve sinemamızın en önemli yapımcılarından biri olan Türker İnanoğlu’nun ifadelerine şöyle bir göz atacak olursak; o günlerde kimsenin tanımadığı sıradan bir kızın kaderinin nasıl çizileceğini tahmin edebiliriz:

Emel Yıldız sete çok güzel bir genç kızla birlikte geldi. 15-16 yaşında bir genç kız. Kara gözlüydü, üzerinde yeşil bir manto vardı. Bir kenara oturdu etrafına bakınarak. İnsanın yüreğinin içine dalan bakışları vardı. Müthiş güzeldi. O ana kadar sinemaya böyle bir güzel gelmemişti.

Biraz ışık ve kamera acemiliği çekti ama oyun acemiliği çekmedi. Ne söylesek yapıyordu. Kameranın önünde nerede duracağını, nereden ışık alacağını, bir tokat yeme sahnesinde başını nasıl sola düşüreceğini acemiliğine rağmen anında öğrendi.”

Zekâsı, algı gücü ve doğuştan gelen oyunculuk yeteneği, onun yıllar boyunca her rolün altından başarıyla kalkmasına sebep olur. Kamera çalıştığı anda  tıpkı bir bukalemun gibi  değişir, rolünü bir eldiven gibi o  utangaç, kırılgan tabiatının üzerine geçirir. Köylü kadından pavyon şarkıcısına, hâkimden ev hanımına, femme fatale’den masum genç kıza, hatta hayaletten yılana kadar  her tür rolü doğallık ve ustalıkla beyaz perdeye taşımayı bilir.  Film çekimlerinde kimi zaman sahne bozulmasın diye tezek yutmak; kimi zaman attan düşüp ölümden dönerek kırk gün kımıldamadan yatmak zorunda kalır.  En büyük şansı ise daima iyi yönetmenlerle çalışmış olmasıdır. Örneğin, Lütfi Akad’dan öğrenmiş olduğu ve yönetmenlerin çok sevdiği “gözleriyle oynamak” kavramı, onun tüm meslek yaşantısı boyunca rehberi; hatta gözlerine yapılacak nice övgülerin, yazılacak şiirlerin ve şarkıların çıkış noktasını oluşturacaktır.

Şimdi sokağa çıksam ve yolda rastladığım bir  kişiye,  “Türk Sineması deyince aklınıza gelen isimleri sayın” desem,  adı ilk sıralarda anılacak bir sanatçıdır Türkân Şoray. Bunda yalnızca  star  olmasının  veya  ona yakıştırılan sultan lâkabının değil; sinemaya emek ve gönül vermiş,  onunla bütünleşmiş olmasının, kazandığı onca ödüle ve başarıya rağmen hep mütevazı kalabilmesinin, sabırlı, kaprissiz, zarif, sevecen bir insan olmasının da rolü vardır kanaatimce.  Hatta kimi yapımcı ve yönetmenlerin pek hoşuna gitmeyen “Türkan Şoray Kanunları” nın da…

Başka oyuncuların kamera arkasına geçmesi fazla bir gürültü koparmadığı hâlde, o güne kadar 160 civarı filmde oynamış olan Türkân Şoray’ın yönetmenlik sevdası sinema çevresi ve basında olay yaratır. 1972’de çektiği,  “İlk ve son rejisörlük denemem olacak” dediği “Dönüş” filminin setiyle ilgili anılarında ilginç, hüzün verici detaylara rastlarız. Örneğin  kendisine yardımcı olarak gelmesini istediği bazı arkadaşlarının meslek haysiyetlerine yediremeyerek  bu isteğini geri çevirdikleri, Yılmaz Güney’in asistanı Şerif Gören’in geldiği,  yine de “alay ederler, yardım istiyor” derler korkusuyla kimselere bir şey danışamadığı;  hatta ağlayıp bayılması gereken sahnelerde bile kendisinin “Motor” ve “Stop” komutlarını vermesi gibi…

1973’te Azap, 1977’de Bodrum Hâkimi filmlerinin yönetmenliğini yapar.  Aynı yıl sanatçı arkadaşlarıyla birlikte sansürü protesto etmek için İstanbul’dan Ankara’ya düzenlenen  protesto yürüyüşüne  ön saflarda katılır ve onları temsilen Anıtkabir Defteri’ne protesto cümleleri yazar.

1981’de ise iddialı bir prodüksiyon olan  Yaşar Kemal’in  “Yılanı Öldürseler” romanını,  kolektif çalışma yaratabilecek nitelikte, güçlü bir ekiple çeker. Çok sevdiği kızı Yağmur Ünal’ın yapımcılığını üstlendiği “Uzaklarda Arama” filmini çekmek içinse aradan 24 yılın geçmesi gerekmiştir.  Bir sinema söyleşisinde ifade ettiği gibi; sadece ülkemizde değil tüm dünyada kadına yönelik yaş ayrımcılığından o da nasibini almakta ve kendisine senaryo gelmemektedir.  Aynı yaşta bir erkek oyuncu aşk filminde oynayabilirken kadın oyuncular için  bu tip roller yazılmamaktadır. Sinemaya dair bundan sonra en fazla yapmak istediği şeyse yönetmenliktir.

Sinemamızın ve gönüllerimizin sultanı Türkân Şoray’ın bu ünvanı sonsuza dek taşıyacağını ve tacını kimsenin devralamayacağını düşünenlerdenim. Dilerim, hem oyuncu hem de yönetmen olarak daha pek çok filme adını yazdırır ve sinema tutkusunu asla kaybetmez.

 

Orkide Ünsür

Yönetmen & Yazar

www.orkideunsur.com

 

Yararlanılan Kaynaklar:

Giovanni Scognamillo, Bay Sinema: Türker İnanoğlu

Giovanni Scognamillo, Türk Sinema Tarihi, Metis Yayınları

Türkân Şoray Dönüş’ü Anlatıyor, Yedinci Sanat Sayı 2, Nisan 1973

Türkân Şoray, Sinemam ve Ben, NTV Yayınları

 Eyüp Tatlıpınar, A’dan Z’ye Türkân Şoray Olmak, Akşam Gazetesi 

Yeşim Tabak’ın moderatörlüğünü yaptığı söyleşi, Mithat Alam Film Merkezi, 2 Aralık 2010

Bahar Çuhadar, Radikal, 8 Nisan 2013

 

Advertisement

“17 Ağustos 1999 Depremi”nde Kaybedilenlerin Anısına…

ALTI DAKİKA

 

Altı dakika… Evet, aşağı yukarı  altı dakikam var, biliyorum. Böyle yazıyordu bir tıp dergisinde. Hayır, film şeridi falan geçmiyor işte gözümün önünden. Henüz gitmiyorum hiçbir yere…

Zaten sabah çıkacağım yola. Çınarcık’ta on beş gün yetiyor bana her yaz. Ankara’yı özledim. Evimizi, arkadaşlarımı, sevgilimi, Çankaya’yı, Tunalı Hilmi’yi. Üstelik ders çalışmam da gerek. Bütünlemeye kaldım tek dersten. Hayatımda ilk kez kırık not aldım; ama üniversite bu, olacak o kadar…

Murat ne kadar şaşıracak beni karşısında aniden görüverince. “Her şeyin bittiğini söylemiştin, bir daha seni hiç göremeyeceğimi, yanaklarına hiç dokunamayacağımı sanmıştım. Ama işte buradasın, geldin!” diyecek heyecanla. Ben biraz utanıp kızaracağım, dün akşam telefonda ona söylediğim kötü sözleri ve ettiğimiz kavgayı anımsayarak. Sonra hemen boynuna sarılacağım: “Biz hiç ayrılmayalım olur mu canım?” diyeceğim yine muzır muzır. Özür dileyip, öpeceğim onu dudaklarından. Demek ki kalbim ölmedi daha benim, hem neden ölsün ki?

“Elbisen çok yakışmış, yaramaz kızlara dönmüşsün!” diyecek.

Gülümseyeceğim…”Beni  hâlâ seviyor musun?” diye soracağım.

………………

Seviyor mu hâlâ? Bilemiyorum. Ama ben onu seviyorum. Evet, düşünebiliyorum, hissedebiliyorum henüz. Geç kalmadım değil mi anne? Saat kaç ki? Hemen hazırlanmam lâzım.17’si sabahı döneceğim demiştim unuttun mu? Okul açıldı mı yoksa? 2. sınıfa geçtim bu yıl; yetişemezsem, kalırım sonra sınıfta. Matematik öğretmeni olamam sana söz verdiğim gibi. En çok istediğim meslek buydu, biliyorsun. “Bu kızda matematik kafası var” demişti sana ilkokul öğretmenim bir veliler toplantısında. Sayılarla aram hep iyidir benim. Ama en çok bir şeyleri toplamayı severim. 6-3=3 değil mi? Çıkarmak istemiyorum. Hiçbir şeyi çıkarmamalıyım aklımdan “Beyin Sapı”m ölene kadar.

Sayılar iyidir. Çarpım tablosunu babam öğretmişti bana 1 günde. Sınıfta en önce ben ezberlemiştim 6 kere 9’un  54 ettiğini. Boncuk’un günde kaç defa, hangi saatlerde öttüğünü biliyorum aşağı yukarı. Neden bu kadar çok ötüyor şu an? Hasta mı, üzgün mü yoksa? Kuşlar ağlar mı anne?

freedom

Salıvermek istiyorum onu gökyüzüne. Kafeste yaşamasın istiyorum. Ama biliyorum dışarda yaşamanın onun için ne kadar zor olacağını. Büyük ihtimal ölecektir dışarda. Belki yeniden kuş olarak gelir dünyaya. Ama bu sefer, dağlarda yaşayan, güçlü, vahşi, özgür bir kartal olur belki. Belki de insan olur, senin yeni kızın olarak doğar. Belki ben de o zaman kuş olur uçarım, kim bilir?

O gürültü de neydi öyle uykumun arasında? Kulaklarım sağır oluyor sandım. Ama görünürde bir şey yok. Neyse, benim kalkmam lazım, geç kalıyorum. Daha bavulumu bile hazırlamadım. Öff! Ne kadar da zor oluyor yazlık dönüşleri. Bir sürü kıyafet getirmişim yine, sanki hepsini giyecekmişim gibi. Ama bunların hiç birini giyemem ki ben.. Hava soğumuş, üşüyorum. Mavi hırkam nerde benim? “1 ” dakika! Gün ışımamış ki daha. Etraf karanlık…

Tamam,  göz kapaklarımı açmamışım da ondan. Açıyorum işte…Hiçbir şey değişmiyor, neden hâlâ karanlık? Belki de göz kapağımı nasıl açacağımı unutmuşumdur. Tekrar deneyeyim… Hayır, göz kapaklarım bana ihanet ediyor olmalı, ya da gece bitmedi henüz. Erken uyanmışım demek. Kaç kere söyledim, gece uyurken küçük bir gece lâmbası yakalım holde diye. Işıktan rahatsız olduğun için yaktırmadın. Bak, göremiyorum işte. Korkuyorum… Geç kalmaktan korkuyorum. Peki bacaklarımı neden oynatamıyorum? Kollarımı, küçük parmağımı? Sizi gidi pislikler! Hiçbiriniz sözümü dinlemiyorsunuz.

Ama ben senin sözünü dinlerim hep, değil mi anne?

………… … …

Neden cevap vermiyorsun? Yüzün… Yüzün, ben  kucağında 6 aylıkken fotoğraf çektirdiğimiz günkü gibi genç, güzel, umut dolu gülümsüyor. Hayır, sen de beni dinlemiyorsun. Nereye gidiyorsun? Yüzün silikleşiyor, göremiyorum…

Vakit geçiyor… Yoksa vakit mi geliyor? 60-30=30 mu eder? İşte yine çıkarıyorum. İstemeden…

Hayır, artık istemediğim şeyleri yapmayacağım bundan sonra. Birazdan uyanacağım, biliyorum. Birlikte kahvaltı edeceğiz ben Ankara’ya gitmeden önce. Her zamanki gibi rüyalarımı anlatacağım yine sana.

“Hayırdır inşallah” diyeceksin. “Geçti artık, kâbus görmüşsün sen. Hem her gördüğü rüya üstüne çıkmazmış insanın…”

Orkide Ünsür, 14/Ağustos/2001

SÖYLEŞİ: EKOLOJİDE FARKLI ARAYIŞ VE YAKLAŞIMLAR: EKOFEMİNİZM

ekofeminizm3TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesinin Yıldız Sarayı Dış Karakol Binası’nda düzenlediği etkinlikler kapsamında katıldığım  “Ekolojide Farklı Arayış ve Yaklaşımlar: Ekofeminizm” konulu söyleşi oldukça verimli ve hoştu. 33 derece sıcaklık ve yoğun bir nem oranını aşarak ulaşabildiğim toplantı salonunda, mimar Sayın  Mücella Yapıcı ‘nın samimi tavrı, akıcı konuşması,  klimanın  serinliği ve katılımcıların sıcaklığı  sayesinde 1.5 saaatin nasıl geçtiğini anlamadık bile. İklim değişikliğinin yol açtığı bazı ekolojik gerçeklerle ilgili bilgilerden yola çıkıp, feminizm türleri, Ekofeminizm açılımı ve gruplarıyla devam eden konuşmadan kısa bazı notlar aktarmak istiyorum.

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ VE EKOLOJİ HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ

BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un açıklamalarına göre iklim değişikliği, yoksul insanların geçim mücadelesini daha da zorlaştırmaktadır. Yükselen deniz seviyesi, ilerde Bangladeş gibi alçakta yer alan ülkelerin içme suyu kaynaklarına tuzlu suların karışması riskini arttıracaktır. Günümüzde nüfusla ilgili olarak varılan son  nokta, dünyadaki kent nüfusuyla kırsal nüfus birleşmiş olduğu şeklindedir. Kentleşme hızı katlanarak büyümekte, köyler kentlerle kuşatılmakta, kasabalar büyük kentler haline gelmektedir. Nüfus artışı bakımından İstanbul maalesef gittikçe ön sıralara yükselmekte, Mexico City, Bombay (Mumbai), Buenos Aires gibi şehirlerle yarış halindedir. İstanbul’un 1950’de 1.1. milyon olan nüfusu, 2004’te 11.1 milyona ulaşmıştır. 2025 yılı için beklenen nüfus ise yaklaşık 25 milyon kişidir.ekofeminizm2

İlginç ve bir o kadar da düşündürücü saptamalardan biri; tüketim davranışları ve alışkanlıkları açısından  eğer tüm ülkeler Amerika Birleşik Devletleri gibi davransaydı,  4.5 kat daha büyük bir dünyaya ihtiyacımız olacağı gerçeği hakkındaydı. Diğeri ise, Uluslararası Kızılhaç Örgütü’nün yıllık afet raporuna göre, bu yılın afet sayısındaki artış,  küresel ısınmanın sonuçlarıyla paralellik göstermesi, 2004 yılına oranla % 70 artışla 427 doğal afet saptanması ve tsunami felaketlerinde ölen kadınların sayısının erkeklere göre 3 kat daha fazla olmasıydı.  Bunun nedeniyse, tahmin edilebileceği gibi kadınların çoğunun  çalışmadıkları için evde olmalarından kaynaklanmakta.

Bu arada bitkiler ve hayvanların duyarlılığı ve uyum yeteneğiyle ilgili bir istatistik gerçekten hayranlık uyandırıcı görünüyor: Bilim adamlarının yaptığı araştırmalara göre, insanlara nazaran bitki ve hayvanlar, ekolojik değişimden çok daha fazla haberdarlar ve bu değişime uyum sağlamaya başlamış durumdalar.  Örneğin dünyanın bazı bölgelerinde yaşanan kuraklık ve susuzluktan etkilenen yılanlar şehirlere doğru göç etmekte. Yüksek rakımda yetişmeyen bazı ağaç türleri  artık oralarda da görülmeye başlamış durumda.

Çevrecilik ve ekolojizmi birbirinden ayırmak gerekir ve ekolojistler de bunun üzerinde dikkatle durmaktalar. Çevrecilik, insan yaşamını doğrudan ilgilendiren sorunların çözümünü kısa vadede yaratılan olanaklarda arayan, sorunların kaynağına ilişkin çıkarımlarda bulunmayan hareketleri tanımlamak için kullanılır. Ekolojizm ise, en temelde insanın doğa ile kurduğu ilişkiyi sorunsallaştırır.  Ekoloji, canlı ve cansız varlıkların ortamlarını ve birbirleriyle olan ilişkilerini inceleyen bir temel bilimdir. Ancak, sanayi devriminin olumsuz yan etkileriyle karşılaşmaya başladığımız yıllardan beri, çok daha kapsamlı ve çok disiplinli bir bilim dalı haline gelmiş durumda. Çevrecilik bir kuram değildir, ekolojizm ise kuramdır. Çevreciler daha muhafazakârdır, ekolojistler ise, daha bilinçli ve ekosistemin ahengine kalıcı esnek çözümler üreten gruplardır. Liberal çevreciliğin en zayıf noktalarından birisi “Ya Büyüme Ya Ölüm” sloganı uyarınca yapılanmış bir ekonominin başarısızlığını ve bu sistemin doğal dünyayı yutacağını ısrarla görmezden gelmesidir.

ekofeminizm1

Toplumsal ekolojinin kurucusu Murray Bookchin’dir. Mücella Yapıcı’ya göre ekofeminizm ve toplumsal ekoloji birbirine son derece yakın görüşler. Toplumsal ekoloji, ekolojik sorunların, krizlerinin kökenlerinin belli toplumsal nedenlere bağlı olduğunu savunur. Bu nedenle düşünce sistemlerinin esasını etik ve metafizik yaklaşımlardan daha çok, toplum ve siyaset felsefesi ile ilgili sorunlar oluşturmaktadır. Derin ekoloji ise daha metafizik bir alandır. Temelde idealist olup, doğa ile mistik bir “birlik” olarak bütünleşme yolunu budizm’de, taoizm’de ve özellikle diger doğu dinlerinde bulur. İnsani merkez alan değil, tam tersi olarak doğayı merkez olarak kabul eden bir düşünüştür. Bookchin’e göre bugünkü insanlık durumunu derinden değiştirebilecek toplumsal olanakların önünü açan ya da engelleyen, teknikten çok kültür; emekten çok bilinç; sınıflardan çok hiyerarşi olmuştur. Hiyerarşinin, boyun eğme ve kumanda ile ilgili kültürel, geleneksel ve psikolojik kuralların tümü olduğundan ve baskı sınıfsız ve devletsiz bir toplumda da varlığını sürdürebileceğinden hareketle; hiyerarşinin doğa-toplum ikiliğini bozmak gerekmektedir. Örneğin erkeklerin kadınlar, yaşlıların gençler, kentlerin köyler üzerindeki hiyerarşisi gibi…

KISACA FEMİNİZM TÜRLERİ, EKOFEMİNİZM

Feminist teori, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin doğasını anlamayı amaçlayarak toplumsal cinsiyet politikaları, iktidar ilişkileri ve cinsellik üzerine odaklanır. Feminizmin, temelde toplumda kadınların erkeklerle eşit hak ve özgürlükleri olduğunu savunan bir düşünce akımı olduğunu; ancak, feminist hareket içinde kadın ve erkeğin eşitliğini savunan gruplar olduğu gibi kadının biyolojik ve duygusal olarak erkeğe üstün ve erkeğin “tamamlanmamış kadın” olduğunu savunan daha radikal grupların da yer aldığını ve pek çok üst ve alt feminizm ( Liberal, Bireyci, Radikal, Ayrımcı, Siyah, Varoluşçu, Anarko, Spiritüel v.s.) türü olduğunu hatırlatarak söyleşi notlarına dönecek olursak;  felsefeci Alison Jaggar, 4 ayrı feminizm türünden bahseder. Bunlar, Liberal Feminizm, Radikal Feminizm, Marksist Feminizm ve Eko Feminizmdir. Radikal Feminizm’e karşı ortaya çıkan Sosyalist Feminizm (ki Mücella Yapıcı da kendini bir sosyalist feminist olarak  tanımlıyor) hem patriarkaya, hem de kapitalizme karşı mücadeleyi hedefleyen pratik bir örgütlenmedir. Feminizm türleri açısından en son ortaya çıkan kavramsa Kültürel Feminizmdir. Kültürel feministler, erkek ve kadının biyolojik farklılıklarını olduğu gibi kabul ederek bunlardan doğan ayrılıkların olumlu biçimlerde değerlendirilmesi gerektiğini savunurlar. Kadınların daha barışçıl olduğuna inanırlar ki bu diğer feminizm fraksiyonlarının kabul etmeyeceği bir iddiadır.

Ekofeminizm kavramı ilk kez Fransız feminist Françoise D’Eubonne tarafından 1974 yılında kullanılmıştır. Ekofeminizm, doğanın ve kadının ezilmişliğini aynı anda sorgulamaya çalışan bir düşünce akımıdır. Kendi içinde farklı eğilimler barındırsa da, bu iki egemenlik ilişkisindeki paralellikleri başlangıç noktası olarak kabul eder ve ekofeminist düşünürler, çevresel yıkımın nedeni olarak ataerkil sistemi görürler. Patriarka, varlığını kapitalizmle eklenmiş bir biçim altında sürdürmektedir. Ataerkil sistemde kadın doğaya ve özel alana, erkek ise kültüre ve kamusal alana yakın görülür. Doğa kültürden aşağı bir konumda tasavvur edildiği için, kadın da erkekten aşağı görülmüştür. Arkeolojik verilere gore ataerkil toplum düzeni, neolitik toplumda kültürel döneme ve uygarlığa geçişin gerçekleştiği Eski Mezopotamya’da kent devletlerinin ortaya çıkışıyla birlikte görülen bir olgudur. Mülkiyetin miras yoluyla babadan oğula geçmesini güvence altına alan ve dolayısıyla kadınların cinselliğinin denetimini erkeklere veren ataerkil aile ve yapılar kurumlaşmış, yasalarla devlet güvencesine geçirilmiştir. Ataerkil yapının hüküm sürdüğü klasik dönem Atina toplumunda kadınlarda yüceltilen erdemler yumuşak başlılık ve sessizliktir. Örneğin Yunanlı düşünür Aristoteles’in dünyası, bir tarafın diğeri üzerine egemen olduğu kutupsal karşılıklardan oluşur. Spinoza da kadınların kocalarının hakimiyetinde olmalarını savunur.

Yapıcı’nın üzerinde durduğu bir diğer kavramsa Chipko (Hindu dilinde “sarılmak” kelimesinden geliyor) Akımı’ydı. 1970’lerin başında oluşan, çevre ve kadın eylemciliğinin en iyi bilinen örneklerinden olan bu hareketin öncüsü Gaura Devi (1925-1991) adlı bir yerli kadındır. 1973 yılında Hindistan hükümetinin spor malzemeleri üreten bir ticari firmaya ağaç kesme izni vermesi üzerine Gaura Devi, köylü kadınları örgütleyerek ağaç kesilmesini protesto etmelerini sağladı. Kadınlar ağaçlara sarıldılar ve ağaçların kesilmesi önlendi. “Ağaç kucaklama” eylemi, zamanla dünyanın başka bölgelerine de yayılmış, kitlesel ağaç kesimine engel olmanın yanısıra, çeşitli eko-gruplara da ilham kaynağı olarak başarısını sürdürmüştür.

Ekolojinin “ana”sı olarak adlandırılan A.B.D.’li Rachel Carson (1907- 1964), “Sessiz Bahar / Silent Spring” (1962) adlı kitabıyla DDT adlı kimyasal böcek öldürücü ilacın öldürücü etkilerine dikkat çekmiş bir bilim insanıdır.

Dünyaca ünlü diğer ekofeministler arasında biyoçeşitlilik savunucusu ve genetik müdahalelere karşı mücadelesiyle tanınan Hintli Vandana Shiva,  “Küçük Şeylerin Tanrısı” (The God of Small Things) adlı romanıyla dünya çapında ün kazanan  Hintli yazar ve savaş karşıtı eylemci Arundhati Roy, Nobel Barış Ödülü sahibi Afrikalı Wangari Muta Maathai ve “İmdat Su” sivil girişiminin kurucusu olan Kanadalı Louise Vandelac yer almaktadır.

Ekofeminizm, belki ülkemiz  için biraz ütopik gibi görünen ya da çoğu insanın “kapsama alanı”na girmeyen bir düşünce akımı gibi görünse de, esasen dünyanın pek çok ülkesinde değişik form ve açılımlarıyla birlikte varlığını sürdürmektedir.

 


Bıçkın’ın Ardından…

Bıçkıncığım, Kuzu Bebeğim, Topitop Oğluşum,

Tam 14,5 yılı paylaşmışız seninle. Ömrümün yarısından az, üçte birinden fazla bir fazla bir zaman dilimi demektir bu. Dile kolay…Doğum günümü kutlamaya hazırlanırken  hayatımın en acı sürprizlerinden birini yaşattın bana. Birkaç saaat içinde ellerimizden kayıp gidiverdin aniden. Hiç kimseye çektirmeden, kendin de çekmeden tam bir beyefendi gibi, Bıçkın’ca bir pervasızlıkla atlayıverdin sonsuzluğa.

Sanki hiç ölmeyecekmişsin gibi geliyordu bize ya da  daha çok erkenmiş, henüz zamanı değilmiş gibi düşünerek kendimizi kandırıyorduk belki. Kefenlenmiş küçük bir paket halinde kucağımıza verildiğinde, hepimiz eve ilk getirildiğin günü hatırladık gözyaşlarına boğularak. İşte o gün, hem benim, hem de tüm aile fertlerinin hayatında bir dönüm noktası oluşturmuştun farkında bile olmadan. Mendil kadar bir polara sarılmış yumruk büyüklüğünde bir kartopu…Bembeyaz, yumuşacık, tombul, dünyalar güzeli 45 günlük bir terrier yavrusu.  Bir sürü isim önerisi ve karmaşasından sonra son noktayı babam koydu: “Bıçkın” oldu adın. Bir seslenmede öğreniverdin. Görünümünle sevimli bir tezat oluşturan bu adı hepimiz pek bir beğendik. Zaman içinde adının hakkını vereceğini de görecektik; yoldan geçen kız köpeklere camdan çapkın çapkın bakıp tuhaf sesler çıkardığında ya da da koca kurt köpeklerine kafa tutup annemi korumaya çalıştığında. Anne özlemi çekmeyesin, üzülüp korkmayasın diye bir ufak bir çalar saati bir havluya sarıp, sepetine koymuştuk. Saatin “tik tak” seslerini  kalp atışı sanarmışsın. Öyle dediler… Yatağımın yanı başında duruyordu sepetin. Ara sıra ağlamaklı sesler çıkarıyordun. Ben başını, karnını okşuyor, bazen de koynuma alıyordum seni rahatlatmak için. O zaman susuyordun, hoşuna gidiyordu. Biraz büyüdükten sonra oda oda gezdin, canın nereyi çekerse orada uyudun geceleri. Yıllar sonra bir rahatsızlık geçirip çok korktuğun zamandan itibarense sadece anne ve babamın yanında uyumayı güvenli buldun, başka hiç bir yerde yatmak istemedin. 3 aylık olmadan dışarı çıkarıp gezdirmemiz yasaktı. Ama annem seni koynuna sokup bakkala götürüp getiriyordu hınzırca. Gören bayılıyordu sana. Eve bir neşe, bir eğlence katmıştın. Komik hareketlerin, yaramazlıkların, terlik kemirmelerin, masa bacağı dişlemelerinle tam bir yavru şirinliği içindeydin. Büyüdükçe sen bize, biz sana daha çok bağlandık, birbirimizi daha çok sevdik.

Öyle çok anımız var ki seninle: Süt dişlerinden biri düştüğünde önüne oturup dertli dertli başını bekleyişin, yazın hışır hışır karpuz, kışın kıtır kıtır elma yiyişin, müziğin sesini açıp ellerimi çırparak “Hadi oğlum dans edelim” dediğimde sirk köpekleri gibi iki ayağının üstüne kalkıp oynayışın, bir meteorolog gibi hava durumunu anlayıp, yağışlı havalarda anında masa altının en ulaşılamaz köşesine kaçışın, o güzel kafanı kimi zaman  bir yastığa kimi zaman bir sehpa kenarlığına, ama mutlaka bir  yükseltiye koyup,  en çok da patilerini kıvırıp sırt üstü uzanarak bir bebek gibi uyuyuşun, bazen ortadan kaybolup seslendiğimizde mahsus sesini çıkarmayışın ve bütün evi arayıp en nihayet gardrobuma bakmayı aklı ettiğimde, siyah bir kazağın arasında hiç sesini çıkarmadan bana bakan bir çift siyah göz halini almış halin…

Daha neler var, neler… Top atıp yakalamalar, saklambaç oynamalar, koltuk aralarına gömülmüş anne poğaçaları, halı saçakları arasına gizlenmiş köfte parçaları, minik siyah burunla ittirilerak kapı arkasına sürüklenmiş mama tabağı, su gömdüğünü zannederken sırılsıklam olmuş kulaklar,  banyo yapılınca küçülerek, pespemde derisi görünen 6 kiloluk bir bedenin kurutulduktan sonra pofur pofur bir tüy yumağına dönüşünü gözlemenin zevki, parkelerde yürüyen patilerin çıtırtısı, bebekken karanlıkta üzerine basmayalım ve evde nerde olduğunu bilelim diye boynuna astığımız, sonra çok yakıştığı için çıkarmayıp zaman zaman yenilediğimiz minik çanın kulağımızı okşayan çıngırtısı, evden hepimiz birden yok olduğumuz bazı zamanlarda veya bir ezan sesi duyduğunda küçük, beyaz, komik bir kurt yavrusu halini alışın,  sabah kalkılır kalkılmaz hane halkından ilk kişiye “Bıçkın nerde?” sorusunun sorulması…

Yıllar önce babam çok hastalanıp doktorlar ümitlerini kestiği  dönemde, bir köpeğin bu kadar anlayışlı olup, gözünün yaşını akıtarak ağlayabileceğine ilk kez şahit olmuştum, şaşkınlık ve hayranlık içinde kalarak. Üzüntümüzle üzülür, sevincimizle sevinirdin.  Arkadaş canlısı, sevgi dolu bir köpektin. Bebek ve çocukları her zaman rakibin olarak gördün, biraz kıskandın. Ama hiçbir zarar vermedin.

Bir küçük kardeş, bir evlat, bir dost ve aslında hiç büyümeyen bir bebek gibiydin bizler için. Oğluş’tun, Küçük Adam’dın,  Tüylü Top’tun, Bıçi’ydin, Çatlak Köpüşümüz’dün. Sağlıklı bir ömür geçirdin, hep genç kaldın, genç gösterdin. Annemle babam kendi çocukları, babaannem küçük torunu gibi baktı, özen gösterdi sana. Aşıların hiç atlanmadı. Kuru mamaları değil, daha çok  anne yemeklerini sevdin.  Sokakta en sevdiğin şey bile verilse başını çevirip yemedin. O yüzden asla dışardaki zararlı bir gıdadan zehirlenebileceğin korkusunu yaşatmadın bize.

Güzel tüylerin kesilip traş olduğunda bahar kuzularına dönerdin. “Üç nokta” derdik sana o zaman. Bembeyaz tüyler üzerinde kuyu gibi iki kara göz ile burun-ağız birleşmiş bir surat olurdun. Hemen hemen her lafı anlar, ama canın isterse söz dinlerdin. Havlamayasın ya da masa altına kaçmayasın diye belli kelimeleri şifreler ya da baş harflerini söylerdik. Kimi zaman konuşacağını bile düşünüp irkildiğimiz olurdu. Ailemizde yaşanan kimi ağır hastalıkların ve kazaların senin uğurun sayesinde atlatıldığına inanırdım hep nedense. Fener maçlarında, milli maçlarda şans getirsin diye başını 3 kere okşardım. Uğur böceğimiz, neşe kaynağımız, stres topumuzdun. İnsan cinsinin yaşattığı türlü hayal kırıklıkları, üzüntü ve ihanetlerin acısı, sana sarılıp kucakladığımda, tüylerini okşayıp mıncıkladığımda azalıverirdi.

Tüm aile dostlarımızın, arkadaşlarımızın yanı sıra, hayatımızın içinden ya da teğet geçen en hayvan sevmez sanılan insanlara, hatta köpeklerden korkup uzak duranlara bile kendini sevdirmeyi başardın, aileden biri olduğunu kabul ettirdin.

Bizim “Little Survivor”’ımızdın. Ölümü hiç yakıştıramadık, konduramadık sana. Ta ki anneciğinin kucağında son nefesini verene kadar. Bir köpek için uzun sayılabilecek, ama bir insan için çok kısa sayılabilecek bir yaşam diliminde ömrümünü tamamlayıp yanımızdan ayrılmak zorunda kaldın. Çok acı oldu senden ayrılmak. Meğer ne çok sevmişiz seni, ne çok sevdirmişsin kendini ve ne çok bağlanmış, alışmışız sana. Artık eve geldiğimizde sevinç içinde ordan oraya koşturup bizi karşılayan bir totişimiz yok. Ama her köşe başından, yatağın kenarından, masanın altından, gardrobun içinden çıkıverecekmişsin gibi geliyor yine de hepimize. Geceleri minik çanının sesini duyuyor sanki kulaklarımız. Sabahları o çok sevdiğin peynir ekmek yudumlarını yapamıyor, ayaklarımızın dibinde senin tüylerinin yumuşaklığını hissedemiyoruz. Ben en çok da seni kucaklayıp “hırr” diye dişlerini gösterip kızdırana kadar sıkıştırıp mıncıklamayı özlüyorum. Kalpli yastığına sarılıyorum öyle zamanlarda ve senden 2 gün önce ölmüş olan, unutamadığın aşkın Cudi’yle yeşil kırlarda, kulaklarını geriye savura savura patilerin havada  koşturuyor olduğunu hayal ediyorum.

Bizlere yaşattığın tüm güzellikler, mutluluklar ve öğrettiğin her şey için teşekkür ederiz. Bir küçücük Bıçkın’ın meğer ne büyük bir misyonu varmış bu hayatta. Sen dünyamıza girerek ve dünyana girmemize izin vererek, köpeklere, kedilere, tüm hayvanlara ve  hayata bambaşka bir gözle bakmanıza neden oldun.  Şu an yaşamıyor olsa da Sarıkız için çabalarımda, Paşa, Bıdık, Alex ve  Lola’nın yaşamlarını sürdürebilmesinde, mahalledeki çocukların onları sevip benimsemesinde ne büyük payın var tahmin bile demezsin. Sahilde yürüyüş yaparken elimi kolumu sallamak yerine su dolu şişelerle dolaşmamın, sokağa her çıktığımda ceplerimi mama torbalarıyla doldurmamın, hayvan hakları için elimden geldiğince mücadele etmemin, et yemekten vazgeçmemin, barınaklardaki hayvanları her gördüğümde üzüntüden kahrolmamın, köpeklerle ilgili iğrenç deyim ve metaforları kullanan insanları her duyduğumda  usanmadan uyarmamın ve bundan sonra içinde köpek olan en eğlenceli filmde bile her zaman burnumun direğinin sızlayacak ve gözlerimin yaşlarla dolacak olmasının en önemli sebebi hep sensin.

Yerinde rahat ol, bizi özleme ve sakın korkma kuzucuğum. Ömrümüzün sonuna kadar seni unutmayacağız, yaşadığımız müddetçe anıların bizimle olacak ve  seni daima çok seveceğiz.   Belki bir gün bir yerlerde buluşuruz da.  Kim bilebilir ki?

ÜNSÜR AİLESİ  adına

Oyun arkadaşın, dostun, koruyucun, ablan, küçük annen

Orkide

Haziran 2008

Orkide Ünsür writes for Radikal (21/5/2006)

‘Bağyan’ olmanın dayanılmaz ağırlığı

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=5877

Orkide Ünsür writes for Radikal (31/12/2006)

Kurbanın gözü yaşlı

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6589

%d bloggers like this: